30 Nisan 2012

Dört Film Bir Yönetmen


Gregory Hoblit (1944) yönettiği dizilerle birçok Emmy ödülü kazanmış bir yönetmen. Aynı zamanda yapımcılık ve senaristlik de yapıyor. Ama beni çeken yönü tabii ki yönettiği filmler.

Hoblit aslında pek fazla öne çıkan bir yönetmen değil. Bu nedenle genel sinema izleyicisi tarafından pek de bilinmiyor. Filmografisi de çok kalabalık değil ancak izlediğim tüm filmleri benim beğenimi kazandı. Özellikle ilginç senaryolu ve akılcı (belki sürpriz) sonları olan filmler olması bunda etkilidir. Ayrıca, gerilimi ve hikâyedeki soru işaretlerini filmin tümüne yaymayı başarması da takdir edilmesi gereken bir yönü. Bu vesileyle, Hoblit’in en sevdiğim filmlerini kısaca tanıtmak istiyorum.

Primal Fear (1996)


Hoblit’in ilk sinema filmi. Gerilim dozu yüksek bir polisiye. Başrollerde Richard Gere, Edward Norton ve Frances McDormand var. Norton’ın bu filmdeki müthiş performansı ona Oscar adaylığı kazandırmıştı. William Diehl’in aynı adlı romanından uyarlanan film ülkemizde “İlk Korku” adıyla biliniyor.

Filmde ünlü bir savunma avukatı olan Martin Vail (Richard Gere), medyanın ilgisini çeken baş piskopos cinayetinin zanlısı genç rahip yardımcısı Aaron Stampler’ın savunmasını üstlenmiştir. Avukat Stampler’ın masumiyetine inanmakla birlikte davadaki ayrıntılar gitgide çok ilginç bir hal almaya başlayacaktır.
Kısaca, oyunculukları (Edward Norton ) ve sürpriz finaliyle ilgiyi sonuna kadar hak etmekte.


Fallen (1998)


“Cani Ruh” adıyla da bilinen film doğaüstü güçlerle bezeli polisiye-gerilim. Filmin senaristi ünlü yönetmen Elia Kazan’ın oğlu Nicholas Kazan. Başrollerde Denzel Washington, John Goodman ve Donald Sutherland var.

Philadelphia Polis Departmanın yetenekli ve acar dedektifi John Hobbes (Denzel Washington) seri katil Edgar Reese’i yakalamış ve Reese idam edilmiştir. Ancak idamdan sonra esrarengiz bir biçimde kopya cinayetler görülmeye başlanmıştır. Tabii bu cinayetleri de Hobbes araştırır. Araştırma derinleştikçe ortaya çıkan doğaüstü güçler gerilimi artırır. Ölüm kalım meselesine dönen araştırmanın sonucu ve finali koltuklara çivileyebilecek cinsten. Ayrıca final kısmı yoruma da açık.


Frequency (2000)


Hoblit’in üçüncü ve belki de en çok bilinen filmi. “Frekans” adıyla gösterime giren filmin senaristi Toby Emmerich (ünlü Roland Emmerich ile bağlantısı yok). Filmin başrollerinde baba ve oğul rollerinde Dennis Quaid ve James Caviezel’i görüyoruz. Bilim-kurgu esintileri içerse de bana kalırsa fantastik yanı daha ağır basan bir öyküsü var. Tabii polisiye yönü de her zamanki gibi mevcut.

Film güneş patlamaları neticesinde atmosferde radyo/telsiz dalgalarının hiç ulaşamadığı kadar uzak yerlere ulaşabilmesini ve bununla bağlantılı olarak paralel evrenlerle iletişim kurulabileceği düşüncesi/önermesi üzerine inşa edilmiş. Ankara (J) cinayet büro dedektifi John Sullivan 1999’da 30 yılda bir görülen doğa olayı sayesinde 1969 yılında yaşayan babasıyla radyo vericisi aracılığıyla konuşmaya başlar. Tabii iş konuşmayla kalmaz, 30 yıl önce babasının yaptığı her şey geleceğe aynı şekilde etki edebilmektedir. Bu yönüyle “Kelebek Etkisi”(2004) filmindeki fikri burada görebiliyoruz. Filmde baba-oğul arasındaki duygusal ilişki işlenirken ilginç bir şekilde cinayet olayı da her iki zaman diliminde çözülmeye çalışılmaktadır. Bu ilginç filmi herkese tavsiye ederim.


Fracture (2007)


“Cinayet Gecesi” adıyla gösterime film iki iyi oyuncuyu başrolde buluşturuyor: Anthony Hopkins ve Ryan Gosling. Film yine bir polisiye-gerilim.

Zengin ve aynı zamanda çok zeki bir iş adamı olan Theodore Crawford (Anthony Hopkins), karısının başka bir kişiyle ilişkisi olduğunu öğrenir ve bu durumu karısına itiraf ettirdikten sonra onu kendi evlerinde silahla vurur. Bu basit gibi görünen suç aslında çok incelikli bir planın eseridir. Crawford’u olay mahallinde tutuklamaya gelen polis de karısının aşığından başkası değildir.

William Beachum (Ryan Gosling) çok yetenekli bir bölge savcı vekilidir. Davaları lehine sonuçlandırma oranında bir numaradır ve bu başarısı çok yüksek bir gelirle ünlü bir avukatlık firmasına transferini sağlamıştır. Ancak transferini tamamlamadan önce önünde çok kolay bir dava kalmıştır. Karısını vuran ve olay mahallinde bunu itiraf eden Theodore Crawford’un mahkûmiyeti. İlk bakışta tüm deliller sanığın aleyhine görünse de dava giderek çok çetrefilli bir hal almaya başlar ve Crawford’un müthiş planı onu hapisten kurtarmaya doğru gider. Bu dava aynı zamanda Beachum’ın da hayatını kökten etkileyecektir.

20 Nisan 2012

En İyi Hitchcock Filmleri-Bölüm II




En iyi Hitchcock filmlerinin ilk bölümünü yayımlamıştım. Şimdi ikinci ve son bölümü yayına hazır. Ne diyelim Hitchcock'la kalın. (Bu arada Hitchcock'un biyografik filmi çekim aşamasında ve Üstadı Anthony Hopkins canlandırıyor.)

İyi seyirler...



North by Northwest (Gizli Teşkilat)

1959 model gizemli bir macera filmi. Cary Grant ve Eva Marie Saint başrollerde. Bence Cary Grant’in en özel performanslarından birisi bu filmdedir. Filmin mükemmel senaryosunu ünlü senarist Ernest Lehman yazmıştır.

Film Roger Thornhill’in bir otelde George Kaplan ile karıştırılması sonucu ABD’ye karşı büyük bir komplo içerisinde bulmasını anlatır. Thornhill kendisini bir anda, neler olduğunu anlayabilme ve bu tehlikeli ilişkilerden kurtulup kendini aklayabilme mücadelesinde bulur. Tempo, komplo ve gerilimin dozu hiç düşmez. Çok leziz bir film çıkar karşımıza. North by Northwest ayrıca uçakla kovalama sahnesiyle ünlüdür. Filmin Birleşmiş Milletler’in Merkez Binası’ndaki çekimleri yasaklamalar nedeniyle gizli kameralarla çekilmiştir.

Hitchcock’un en özel ve güzel filmlerindendir North by Northwest. İzlenmeli ve izletilmelidir.


The Birds (Kuşlar)

Hitchcock’un belki en iyi filmi değil ama en popüler filmlerinin başında geliyor The Birds. Üstat büyük yönetmenlik başarısıyla çoğu kişinin evinde beslediği kuşları (tabii karga ya da martı beslenmiyordur ama) bir korku unsuru haline getirmeyi başardı. Filmin bir başka özelliği de (diğer Hitchcock filmlerinde görmediğimiz şekilde) bir lanete ya da açıklanamayan kötülüğe dayanmasıdır. Ayrıca, The Birds’te üstat başrolü verdiği (tabii ki bir başka sarışın) Tippi Hedren’ı da sinema dünyasına tanıtmış oldu.

Film İngiliz yazar Daphne du Maurier’in kısa öyküsünden uyarlandı. Maurier’in Jamaica Inn ve Rebecca romanları da Hitchcock tarafından filme uyarlanmıştı. Öykü Melanie Daniels’ın (Tippi Hedren) kardeşinin doğum günü için ona bir muhabbet kuşu (ki İngilizce’de lovebird olarak geçer) alan Mitch Brenner (Rod Taylor) ile evcil hayvan dükkanında karşılaşmaları ile başlar. Mitch, Melanie’yle tanışmaya çalışır ve ona bir şekilde yaşadığı yeri anlatır. Olayların başlaması ise Melanie’nin sahil kasabasına gidişiyle başlar. Bölgedeki kuşlar yavaş yavaş kontrolden çıkar. Önce martılar, sonra serçeler ve kargalar… Tam bir dehşet yaşanır ve kimse nedenini bilemez. Hitchcock olayların bir şekilde Melanie’yle bağlantılı olduğu izlenimini verir ve büyük bir ustlalıkla kuşlarla terör yaratır.

Günümüzde kült korku filminden yola çıkarak hayvanları dehşet öğesi olarak göstermek isteyen ve “b-movie” olarak adlandırılan düşük bütçeli ( ve başarısız) filmler çekilmektedir.(Mesela, Katil Arılar?)


Notorious (Aşktan da Üstün)

1946 yapımı filmde üstadın büyük bir aşk hikâyesini casusluk temasıyla anlattığını görürüz. Üstat hikâyeyi tam bir senaryo makinesi olan 2 Oscar ödüllü Musevi asıllı Ben Hecht’e yazdırdı. Bu nedenle filmde Nazi karşıtı bir tutum açıkça hissedilmektedir.

Başrollerde benim en sevdiğim oyunculardan olan Cary Grant ve Ingrid Bergman ikilisi var. Açıkçası ikili filmde oldukça uyumlu olarak yer almış. Hitchcock da bu göz alıcı ikiliyle, sansür kurulunun uzun öpüşmelere izin vermemesine rağmen türlü dolaplar çevirerek, 2 dakikanın üzerinde öpüşme sahnesi çekmiştir. Bu sahne zamanına göre büyük bir sükse yapmıştı.

Hikâye, suçu kanıtlanıp cezaya çarptırılmış bir Nazi subayının kızı olan Alicia Huberman ve hükümet adına görev yapan ajan T. R. Devlin arasında bir operasyon sırasında alevlenen aşkın, bu ikiliyi görev mi önde gelir aşk mı ikilemine düşürmesi ekseninde ilerliyor. Alicia Huberman babasının savaş suçları nedeniyle Nazi’lere karşı bir oluşumda yer almaktadır ve Brezilya’da konuşlanmış Nazi örgütünün içine sızma operasyonunda görevlendirilmiştir. T. R. Devlin de Alicia’ya yardım etmektedir. Tabii ateş ile barut yan yana gelince olanlar olur. Ancak Alicia’nın görevi Nazi örgütü şefini baştan çıkararak içeriye sızmaktır. Tabii baştan çıkarma eylemi âşıkları oldukça zorlayacaktır.

Notorious hem aşkı hem casusluk entrikalarını hem de gerilimi içinde barındıran komple bir filmdir. Filmin en üst noktası olan gerilim dolu şarap mahzeni sahnesi için bile izlenmesi elzemdir.


Lifeboat (Yaşamak İstiyoruz)

1944 yapımı film Üstadın klasik tarzından farklı bir yapıdadır. Öncelikle filmde ölüm olsa da bu esrarengiz bir cinayetin ya da komplonun sonucu değil. Zira film bir savaş filmi ve mekânı ise sadece bir cankurtaran botu (filikası).

Film John Steinbeck’in kısa hikâyesinden uyarlanmış. Senaryo, The Pride of the Yankees ve It's a Wonderful Life gibi önemli filmlerin de senaristi olan Jo Swerling tarafından yazılmış. Oyuncular ise diğer Hitchcock filmlerine nazaran büyük yıldızlardan oluşmuyor.

Filmde bir Alman denizaltısı (U-boat) tarafından batırılan bir gemiden kurtulan bir grup yolcunun, denizaltının da batmasıyla enkazdan kurtulan bir Alman askerini botlarına alması üzerine yaşananlar konu ediliyor. Sadece küçük bir filikada geçen hikâyede yolcuların kendilerini batıran geminin mürettebatı olan bir düşman askeriyle yaşadıkları ustalıkla aktarılmaktadır. Yolcular, düşman askerini hemen öldürmek ve savaş esiri muamelesi göstermek arasında psikolojik bir harp yaşarlar. Bu kadar sınırlı bir alanda bu kadar başarılı bir filmi kotarmak ancak Hitchcock gibi bir ustaya yakışırdı.


Rebecca

1940 model filmin Üstat açısından en büyük önemi, ABD (David O. Selznick) yapımı ilk filmi olmasıdır. Böylece artık çok daha büyük kitlelere filmlerini ulaştırmaya başlamış ve şöhreti hızla artmıştır.

Senaryo, (Hitchcock’un The Birds ve Jamaica Inn uyarlamalarını da yaptığı) İngiliz yazar Daphne du Maurier’in aynı adlı romanından uyarlanmıştır. Film en iyi film Oscar’ını kazanarak büyük sükse yapmıştı.
Filmde iki önemli oyuncu Laurence Olivier ve Joan Fontaine başroldedir. Joan Fontaine daha sonra Suspicion’daki performansıyla Oscar kazanarak Hitchcock filmografisinde bir ilk olmuştur.

Rebecca psikolojik gerilim türünün en nadide örneklerinden birisidir. Film boyunca yavaş yavaş çözülen esrar, başlangıçta tempoyu oldukça düşürerek basit bir dram olarak sunulur. Ancak esrar perdesi altından ışıklar sızmaya başlayınca film kendini bulur ve yerli yerine oturur. Müthiş final ise izleyiciyi ters köşeye yatırmayı başarır.

Evin ölen hanımı yerine gelen genç kadının kendinden yaşça büyük kocasının acısını unutturarak malikânenin yeni hanımı olmaya çabalar. Hizmetkârlar bu durumu kabullenemez ve eski hanımları Rebecca adeta ilahlaştırılır. Ama tüm bu durumun altında çok büyük bir gizem yatmaktadır…


Bonus:

Spellbound (Öldüren Hatıralar): 1945 yapımı psikolojik gerilim filmi, Freudyen öğelerin en yoğun kullanıldığı Hitchcock filmlerinin başında gelir. Ingrid Bergman ve Gregory Peck başroldedir.

The Man Who Knew Too Much (Çok Bilen Adam): Hitchcock’un 1934 yapımı filmini daha büyük prodüksiyonla yeniden çekmesiyle filmin 1956 versiyonu ortaya çıkmıştır. James Stewart ve Doris Day başroldedir. Casusluk temalı gerilim filminin en unutulmazı Doris Day tarafından seslendirilen “Whatever Will Be, Will Be (Que Sera, Sera)” parçasıdır.

Rope (Ölüm Kararı): 1948 yapımı gerilim filmi, Hitchcock’un (tiyatro oyunundan da uyarlanmasının avantajıyla) tek mekânda (bir evde) ve gerçek zamanlı devamlı çekim yöntemiyle çektiği  tam bir ustalık işidir. Filmi bu çekim tekniğine dikkat ederek izlemek gerekir. Bu filmde de James Stewart oynar.

65. Cannes Film Festivali Programı




Jüri Başkanı Nanni Moretti

Bu yıl 65.si düzenlenecek olan Cannes Film Festivali'nin programı ve yarışacak filmler belli oldu. Festivalin bu yılki jüri başkanlığını 2001 yılında Altın Palmiye'yi “La stanza del figlio” (The Son's Room) filmiyle kazanan ünlü İtalyan yönetmen Nanni Moretti yapacak.

Fatih Akın'ın "Der Mull im Garten Eden" filmi özel gösterimlerde yer alacak. Ayrıca, Rezan Yeşilbaş'ın 'Sessiz' isimli filmi Kısa Metraj kategorisinde yarışacak.




FESTİVAL PROGRAMI

Açılış Filmi
  • "Moonrise Kingdom", Wes Anderson
Yarışma Filmleri
  • "Amour", Michael Haneke
  • "The Angels' Share", Ken Loach
  • "Baad el mawkeaa", Yousry Nasrallah
  • "Beyond the Hills", Cristian Mungiu
  • "Cosmopolis", David Cronenberg
  • "Holy Motors", Leos Carax
  • "The Hunt", Thomas Vinterberg
  • "Killing Them Softly", Andrew Dominik
  • "In Another Country", Hong Sang-soo
  • "In the Fog", Sergei Loznitsa
  • "Lawless", John Hillcoat
  • "Like Someone in Love", Abbas Kiarostami
  • "Mud", Jeff Nichols
  • "On the Road", Walter Salles
  • "The Paperboy", Lee Daniels
  • "Paradies: Liebe", Ulrich Seidl
  • "Post tenebras lux", Carlos Reygadas
  • "Reality", Matteo Garrone
  • "Rust and Bone", Jacques Audiard
  • "Taste of Money", Im Sang-soo
  • "You Haven't Seen Anything Yet", Alain Resnais
Yarışma Dışı Filmler
  • "Hemingway & Gellhorn", Philip Kaufman
  • "Madagascar 3: Europe's Most Wanted", Eric Darnell, Tom McGrath, Conrad Vernon
  • "Me and You", Bernardo Bertolucci
Gece yarısı Gösterimleri
  • "Dario Argento's Dracula", Dario Argento
  • "The Legend of Love & Sincerity", Takashi Miike
Özel Gösterimler
  • "A musica segundo", Tom Jobim, Nelson Pereira Dos Santos
  • "The Central Park Five", Ken Burns, Sarah Burns, David McMahon
  • "Der Mull im Garten Eden", Fatih Akın
  • "Journal de France, Claudine Nougaret", Raymond Depardon
  • "Les Invisibles", Sebastien Lifshitz
  • "Mekong Hotel", Apichatpong Weerasethakul
  • "Roman Polanski: A Film Memoir", Laurent Bouzereau
  • "Villegas", Gonzalo Tobal
Kapanış Filmi
  • "Therese D, Claude Miller

18 Nisan 2012

Son 20 Yılın En İyi Bilim Kurgu Filmleri

Herhangi bir konuda ya da türde liste yapmak zor iş. Ancak yapılan listeler meraklıları yönlendirme açısından yararlı olabiliyor. Bunun yanı sıra seçim yapmak öznel bir mesele olduğu için de (doğal olarak) her daim itirazlar gelebilir. Ancak tüm zorluklara göğüs gererek en popüler film türlerinden olan bilim kurgu türünde bir liste yapma işine giriştim.

Tüm zamanlar yerine 1993’den günümüze kadar (son 20 yıl) olan filmleri seçmeye gayret ettim. Bununla birlikte benim favori filmlerimin Alien, Star Wars ve Back to the Future serileri olduğunu söylemeliyim.

İyi seyirler…


Jurassic Park (1993)

Bilim kurgu türünün en iyi örneklerini veren yönetmenlerin başında gelen Steven Spielberg’ün Dinozor çağına bakışını anlatan film, etkileyici efektleri ve müthiş gişe başarısıyla iki devam filmini de peşinden getirdi.


12 Monkeys (1995)

Bu türün en iyi yönetmenlerinden olan Terry Gilliam da en nitelikli işini bu filmde gösterdi. Film başrollerdeki Bruce Willis, (bence kendini tam anlamıyla kanıtladığı performansıyla) Brad Pitt’in yanı sıra ilginç senaryosu ve distopik atmosferiyle tüm zamanların en iyileri arasındaki yerini aldı.


Strange Days (1995)

Kathryn Bigelow’un yönettiği ve James Cameron’ın hem senarist hem de yapımcı olarak yer aldığı film büyük bir ticari başarısızlığa uğradı. Ancak yarattığı distopik atmosfer ve figürlerin başarısı daha sonradan filmin kültleşmesini sağladı. Değeri sonradan anlaşılan filmlerden kısacası.


Ghost in the Shell (1995)

The Matrix’e giden yolda Wachowski Kardeşler’i etkileyen James Cameron’ının büyük övgüsünü kazanan Japon anime, bilim kurgu türünü sevenlerin mutlaka göz atması gereken yapımlardan. Yönetmen Mamoru Oshii filmi aynı adlı manga serisinden uyarladı ve 2004 yılında Ghost in the Shell 2: Innocence adıyla devam filmi yapıldı.


Abre los ojos (1997)

Benim favori yönetmenlerimden olan Alejandro Amenábar’ın en iyilerinde birisi olan ve “Aç Gözlerini” repliğiyle zihnimize kazınan İspanyol yapımı film. Vanilla Sky adıyla da Hollywood tarafından uyarlanan film, çok ilginç senaryosuyla ilgiyi ve övgüyü hak ediyor.


Contact (1997)

Back to the Future serisinin yönetmeni Robert Zemeckis’in bilim kurgu türüne (tabii şimdilik) veda ettiği film olan ve ülkemizde “Mesaj” adıyla gösterime giren film güçlü hikayesiyle öne çıkıyor. Film ünlü bilim insanı ve yazar Carl Sagan’ın aynı adlı romanından uyarlanan filmin başrolünde Jodie Foster ve Matthew McConaughey var.


The Fifth Element (1997)

Luc Besson’un hem yazıp hem yönettiği film senaryosu, Bruce Willis, Gary Oldman ve Milla Jovovich’li kadrosu ve yarattığı atmosferin başarısıyla büyük bir ticari başarı kazandı.


Gattaca (1997)

Yeni Zelandalı yönetmen Andrew Niccol’ın hem yazıp hem yönettiği film gişede hüsran yaşasa da kendi türü içerisinde saygın bir konum elde etmeyi başardı.  Kadrosunda Ethan Hawke, Uma Thurman ve Jude Law’ı barındıran film es geçilmemesi gereken yapımlardan.


Men in Black (1997)

Barry Sonnenfeld’in yönettiği filmin yapımcısı ise Steven Spielberg’dü. Tommy Lee Jones ve Will Smith’in müthiş uyumuyla komedi ve bilim kurguyu  çok iyi bir şekilde harmanlayan film, müthiş gişe başarısı yakaladı. Bu yıl üçüncüsü gösterime girecek serinin de başlangıcı oldu.


Dark City (1998)

En sevdiğim yönetmenlerden Alex Proyas’ın bence en iyi filmi. Atmosferi ve büklü büklüm çözülen karmaşık senaryosuyla hak ettiği değeri alamayan şaheserlerden birisi.


The Matrix (1999)

Wachowski Kardeşler’in tüm dünyayı etkileyen, üzerine büyük tartışmalar yapılan başyapıtı. Müthiş atmosferi ve yenilikçi çekim teknikleriyle sinema dünyasını da derinden etkileyen filmin başrolündeki Keanu Reeves unutulmazlar arasına adını yazdırdı.


The Thirteenth Floor (1999)

Değeri bilinmemiş filmlerden biri. Ele aldığı konu bakımından sürekli kıyaslanan ve aynı yıl gösterime giren The Matrix’in gölgesinde kalan ancak bence çok ayrı bir konumda değerlendirilmesi gereken bir başyapıttır. Yapım bütçesinin muadilleri kadar büyük olmaması nedeniyle arka plana itilen bu film favorimlerimdendir.


X-Men Serisi (2000-…)

İlki 2000 yılında çekilen seri 5 filme ulaştı ve hemen hemen hepsi başarılıydı. Özellikle Hugh Jackman Wolverine karakteriyle neredeyse kült oldu. Serinin arkasında yapımcı/yönetmen ise Usual Suspects’ten tanıdığımız Bryan Singer.


A.I. Artificial Intelligence (2001)

Steven Spielberg’ün yönettiği filmin ilk çalışmaları Stanley Kubrick’e dayanıyor. Kubrick filmi Spielberg’e devretti ama akıllarda acaba üstat çekse nasıl olurdu sorusu da kalmadı değil.


Star Wars Episode III: Revenge of the Sith (2005)

Tüm zamanların en iyi filmlerinden (ve benim de favorilerimden) olan Star Wars serisinin ilk üç filmi 4, 5 ve 6 olarak gösterime girmişti. Yani hikaye ortadan kesilmiş bir halde anlatılıyordu. Kült olan seride herkes hikayenin başlangıcını (prequel) merak ediyordu haklı olarak: Darth Vader nasıl karanlık tarafa geçmişti? Serinin yaratıcısı George Lucas başlangıcı da 3 bölümde anlatmayı tercih etti. Ancak Star Wars sevenler ilk iki filmi pek tutmadı ve Darth Vader’ın nasıl karanlık tafra geçtiğini açıklayan son filmi bekledi. İlk filmlerinin başarısına ulaşamasa da Revenge of the Sith hikayeyi iyi bağlamayı başardı.


Children of Men (2006)

Alfonso Cuarón’un yönettiği film distopik bir gelecekte geçiyor ve insanlığın sonunu getirecek olan kısırlık sorununu sona erdirecek (yıllar sonra) hamile kalan tek kadının kurtarılmasını konu alıyor. Senaryosunun ve yönetmenliğinin başarısıyla çok övgü alan film maalesef gişede başarı sağlayamadı.


WALL-E (2008)

Pixar’ın yapımları her zaman ilgi çekici olmayı başarmıştır. Küçük dostumuz WALL-E de (bence) çok derinlikli ve alt metni güçlü olan senaryosu ile unutulmazlar arasına girdi. Robotların aşkı ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi belki de. Büyüklere yapılmış animasyon olarak kabul ediyorum bu filmi.


Avatar (2009)

Yine James Cameron yine büyük başarı. Tüm zamanların en çok gişe yapan filmi. Senaryosu nedeniyle, “Dances with Wolves”tan yola çıkılarak “Şirinlerle Dans” olarak nitelendirilse de 3 boyut teknolojisini tüm dünyada popüler hale getiren bir film olarak bir mihenk taşı olmaya başardı. İkinci filmin de yolda olduğunu söyleyelim.


District 9 (2009)

Uzaylılar hep güçlü olan ve gelişmiş teknolojik aletlerle bizi hayrete düşüren varlıklar olacak diye bir kural varsa bu film bu kuralı yerle yeksan etti. El kameralı çekim efektleri nedeniyle gerçeklik duygusunu arttıran yönetmen Neill Blomkamp, ilginç senaryosunun yanında arkasına yapımcı olarak da Peter Jackson gibi bir ismi alınca listemizde bir Güney Afrika filmini de görmüş oluyoruz.


Moon (2009)

İngiliz yönetmen Duncan Jones’un ilk filmi (ki 2 yıl sonra yine güzel bir bilim kurgu olan Source Code’u da o yönetti) olan yapım Sam Rockwell’in tek kişilik gösterisi şeklinde. Lunar Industries adlı bir şirketin Ay yüzeyinde bulunan üssünde tek başına görev yapan bir işçinin başından geçenler ilginç bir senaryoyla anlatılıyor.


Inception (2010)
Christopher Nolan’ın hayatının filmi. Diğer tüm müthiş filmleri çekerken aklında bu proje vardı. Sonunda ise müthiş bir senaryo ve ikonik atmosferle ortaya kült bir film çıktı. Tüm zamanların en iyilerinden.

15 Nisan 2012

En İyi Hitchcock Filmleri-Bölüm I



İngiliz yönetmen (üstat) Alfred Hitchcock benim en sevdiğim sinemacı. Tüm filmlerine yansıyan güçlü üslubu, kullandığı yenilikçi yöntemler ve ele aldığı her konuyu izleyiciye ilgi çekici bir şekilde sunabilmesiyle takdir kazanan bir yönetmen. Bunun yanı sıra; kadınlarla ilginç ilişkisi, sarışın aktrislere düşkünlüğü, setlerde yarattığı hava, Freud’un bilinçaltı ve psikanalizle ilgili kuramlarını kullanması,  filmlerinde bir sahnede görünme (cameo) geleneği gibi ilgi çekici yönleriyle kendine has bir insan olmayı başarmıştır.

İzlediğim her Hitchcock filminde farklı bir şeyler bulmuşumdur ve bu nedenle her filminin yeri ayrıdır benim için. Ancak gelenek olmuş bir liste yapmak ve ben ilk listemi üstada ayırmak istedim. Bununla birlikte listede bir beğeni sıralaması yap(a)mıyorum.

Rear Window (Arka Pencere)

1954 yapımı film belki de film tarihinde en çok gönderme yapılan filmlerin başında gelir. Ayrıca filmin birçok uyarlaması da yapılmıştır. Hollywood uyarlamalarının en yenisi ise 2007 yapımı Disturbia (Şüphe).

Rear Window’da yönetmeninin en sevdiği aktörlerden  James Stewart ve göz kamaştırıcı güzelliğiyle Grace Kelly başrolde. Cornell Woolrich’in kısa bir hikayesinden uyarlanan filmin senaryosunu ise birçok başka Hitchcock filminin de senartisti olan John Michael Hayes yazdı.

Film bir fotoğrafçı olan Jeff’in bacağını kırması nedeniyle evinde tekerlekli sandalyeye mahkum olması sonrasında can sıkıntısından karşı binalardaki komşularını izlemeye (dikizlemeye) başlaması üzerine kuruludur. Jeff komşularını gün boyu izlerken hareketleri şüpheli gelen Lars Thorwald adlı komşusunun bir tartışma sonrasında karısını öldürdüğünü ve cesedini de bir sandıkla dışarı çıkarmaya çalıştığını düşünmeye başlar. Bu düşüncesini kız arkadaşı Lisa’ya açar ve sonrasında olaylar gerilim dozu sürekli yükselerek gelişir.
Rear Window birçok otoriteye göre en iyi Hitchcock filmidir. Benim de yıllar önce Hitchcock’la tanışmamı sağladığı için, bende yeri ayrıdır.

Dial M for Murder (Cinayet Var)

1954 yapımı film Frederick Knott’ın tiyatro oyunundan uyarlanmış bir gerilim şaheseridir. Gelmiş geçmiş en iyi gerilim filmlerinden birisi olarak kabul edilir. Ray Milland, Grace Kelly ve Robert Cummings başrolleri paylaşır. Filmde karısını arkada hiçbir iz bırakmadan öldürmek isteyen kıskanç bir kocanın dehşet verici cinayet planı vardır. Plan o kadar ayrıntılı ve (görünüşte) kusursuzdur ki film ilerledikçe ortaya çıkan detaylar gerçekten heyecan vericidir. Filmle ilgili benim tek rahatsızlığım ise Grace Kelly gibi bir kadının öldürülmek istenmesidir.

Dial M for Murder da kusursuz yönetmenlik ve ilginç senaryosuyla sinema dünyasını etkilemiştir. Michael Douglas, Gwyneth Paltrow ve Viggo Mortensen’li oyuncu kadrosuyla dikkat çeken  A Perfect Murder (1998) da filmin popüler bir uyarlamasıdır.

Vertigo (Ölüm Korkusu)

1958 yapımı film psikolojik gerilim türünün en iyi örneklerindendir.  Diğer Hitchcock filmlerine göre anlatımı biraz daha farklıdır. Hitchcock’un hemen hemen tüm filmlerinde kullandığı Freudyen öğelerin bu filmde yoğunlaştığı görülür.

Hikaye yükseklik korkusu olan eski bir polis müfettişinin karısının tuhaf davranışlarını araştırmasını isteyen bir eş tarafından dedektif olarak görevlendirilmesiyle başlar. Önceleri basit gibi görünen olaylar gittikçe karmaşık bir hal alır ve çarpıcı bir sonla biter. Yönetmen filmde seyirciyle amiyane tabirle sürekli oynayarak hikayeyi zenginleştirir.

Başroldeki oyuncular, James Stewart, Kim Novak, Barbara Bel Geddes’tir. Senaryo, Boileau-Narcejac’ın D'entre les morts (Yaşamak ve Ölmek) adlı romanından uyarlamadır. Filmde kullanılan geriye doğrı giden kameranın “zum”(objektifin odak uzaklığını değiştirme) yapması Vertigo Efekti/Tekniği olarak literatüre geçmiştir.

Strangers on a Train (Trendeki Yabancı-lar)

The Talented Mr. Ripley romanın da yazarı olan Patricia Highsmith’in aynı adlı ilk romanından uyarlanan 1951 model psikolojik gerilim filmidir. Farley Granger, Ruth Roman ve Robert Walker’ı başrollerde görürüz.

Filmin senaryosu çok ilginçtir. Karısından başka bir kadınla evlenmek için boşanmaya çalışan bir adam (Guy) ile babasından kurtulmak isteyen diğer adamın(Bruno)  bir trende aynı kompartımanda “tesadüfen” buluşması sonucunda başlar olaylar. Bruno tenis oyuncusu olan Guy’ın boşanma durumunu gazetelerden okumuştur ve onu görünce aklına şeytani bir fikir gelir. Guy, Bruno’nun babasını, Bruno da Guy’ın boşanmak istemeyen karısını öldürecek ve aralarında hiçbir bağlantı olmadığı için de katiller bulunamayacaktır. Şaka gibi başlayan teklif sonrasında içinden çıkılmaz olayları peşinden getirecektir.

Temposu ve gerilimi hiç düşmeyen Strangers on a Train birçok filme ilham vermiş (Örneğin; Horrible Bosses-2011) ve yeniden çekilen versiyonları olmuştur.

Psycho (Sapık)

Ünlü duş sahnesiyle tanınan ve sinemayla az buçuk ilgilenen herkesin bileceği 1960 model korku- gerilim başyapıtıdır. Bu kadar tanınmasına rağmen günümüzde filmin tamamını izleyenlerin sayısının o kadar çok olmadığını düşünmüşümdür hep. Zira filmden bahsedilirken asıl önemli noktaların çoklukla kaçırıldığını gözlemliyorum.

 Psycho, Robert Bloch’un gerçek olaylardan yola çıkarak yazdığı aynı adlı romanından uyarlanmıştır. Başrolde kan dondurucu Norman Bates performansıyla Anthony Perkins’i görürüz. Vera Miles, John Gavin ve Janet Leigh filmde yer alan diğer önemli oyuncular.

Filmde olaylar çok sade başlar, bir sekreterin (Marion) patronundan para çalarak kaçtığını görürüz. Kaçarken tedirgin davranışları nedeniyle meraklı bir polisi şüphelendiren Marion, kaçışına devam eder ancak yoğun yağış nedeniyle geceyi kendisinden başka müşterisi olmayan, ürkütücü Bates Motel’de geçirmek zorunda kalır. Oteli annesi adına işlettiğini söyleyen Norman Bates tuhaf davranışlar göstermeye başlar ve sonrasında Marion’ı ünlü duş sahnesine götüren gelişmeler yaşanır. Aslında bu film için bir giriştir ve olaylar gittikçe daha acayip bir seyir izlemeye başlar.

Psycho’ya Hitchcock tarafından özenli bir şekilde Freudyen öğeler yerleştirilmiştir. Zaten filmin ana teması da İd, ego ve süperego kavramları üzerine inşa edilmiştir. Bu anlamda Psycho alt metni oldukça dolu olan bir filmdir. Sinemayla ilgili olan herkesin izlemesi gerekir kanımca.

 Psycho birçok filmi doğrudan etkiledi, yeniden çekimleri oldu, seri halinde devam filmleri çekildi ama hiçbiri ilk filmin orijinalliğini ve etkisini gösteremedi.  Psycho II (1983), Psycho III (1986) ve Psycho IV: The Beginning (1990) devam filmleri,  Gus Van Sant’ın yönetmeni olduğu aynı adlı 1998 yapımı film ve Brian de Palma’nın yönetmeni olduğu Dressed to Kill (1980) ise ünlü uyarlamalarıdır....


13 Nisan 2012

Sherlock Holmes'u Anlamak


     “Kanunun diğer tarafında olsaydım,en başarılı suçlu olurdum.”
     Sherlock Holmes

Kendi türünde artık ikonlaşmış bir karakter olan Sherlock Holmes, bir asırdan fazla bir zamandır kısa hikayeler ve romanlarla okuyucuya, tv filmi ve tv dizileriyle de izleyiciye ulaşmıştı.Yönetmen Guy Ritchie de 2009’da gösterime giren Sherlock Holmes’ta bu devamlılığın izinden gidip, hatırlayacağınız üzere filmin son sahnesiyle, seriye havalı bir göz kırpmıstı..ve Sherlock Holmes-2 ’A Game Of Shadows’ (Gölge Oyunları) filmi geçtiğimiz aylarda vizyona girdi. Ben bu konuda hikayenin daha özüne inip, Sherlock Holmes efsanesinin minik bir analizine daldım geçtiğimiz günlerde..hiç bir manası yokken tabi..Hakkında bilgi edindikçe merakımı daha çok cezbeden bu efsane dedektifi sizlerle de paylaşmak istedim..O zaman yazıya Sherlock Holmes’ün yaratıcısından yani Arthur Conan Doyle’dan başlamak en doğrusu olacak..

Dr. Joseph Bell ve Sherlock Holmes Efsanesi’nin doğuşu..

Sherlock HolmesSir Arthur Conan Doyle tarafından 19. Yüzyil polisiye edebiyatına kazandırılmış hayali bir dedektif-kahraman olmasına rağmen, kimilerine göre hayali değildir..ancak bu varsayımın yazılı dayanakları olmadığından, Holmes zamanla efsanevi bir karaktere dönüşür..Hatta yazar, seriye son verip Holmes’ü öldürdüğünde halkın ısrarlarına ve baskılarına dayanamayıp, kısa bir aradan sonra tekrar yazmaya başlar..Aynı zamanda bir tıp doktoru olan Arthur Conan Doyle, çoğu zaman muayenehanesinde hasta beklerken kaleme aldığı Holmes karakterini yaratırken, dönemin ünlü doktorlarından Prf.Joseph Bell’i örnek almıştır. Sherlock Holmes’ün maceralarında sıkça kullandığı gözlemleme yöntemini hastalarıyla ilgili bilgi alma için kullanan Bell, aslında efsanenin çıkış noktası olmuştur..

Sherlock Holmes ve House’un benzerlikleri tesadüf değil..

Yeni nesil Sherlock Holmes kompozisyonu, ABD’de hali hazırda bir fenomen e dönüşen tv karakteri ‘House’ ile oldukça paralellik gösteriyor diyebiliriz. İzleyenler bilir, Dr.House her bölümde ‘ününden dolayı’ kendisine getirilen hastalara teşhis koyma konusunda tıpkı bir dedektif gibi hareket eder, en umutsuz vakalarda bile topladığı ipuçlarıyla ‘mutlak’ bir sonuca ulaşır. Tuhaftır, ukaladır, antisosyal ve aseksüeldir. Aynı zamanda uyuşturucu ilaç bağımlısı olan House’un, tüm bu özelliklerinin yanında gözlem yeteneği ve mentalizm i had safhadadır. Bu da onun başarısının en büyük özelliğidir .Örnekleri çoğaltmak gerekirse eğer; Monk, Mentalist ve hatta CSI serileri de Sherlock Holmes’ün donanımlarından ve yöntemlerinden oldukça beslenmiştir..Sherlock Holmes, çözmeye çalıştığı olaylarda genellikle ‘sonuçtan başlangıca’ (tümdengelim) yani ‘suç tan suçlu ya’ gider, sorduğu soruların cevaplarının birbiriyle tutarlı bir bütün oluşturması, topladığı ipuçlarının genelde sürpriz bir sonuca gitmesi, onun olayları çözmedeki başarısının bir göstergesidir. Kendi dönemine göre oldukça tuhaf bir adam olan Sherlock Holmesaynı zamanda garip zevkleri olan, duygu durumu bozukluğundan mustarip ve neredeyse manik depresif bir kişiliktir. Bilimsel yeteneklerinin dışında usta bir dövüşçüdür de hatta yeni nesil Sherlock Holmes’ta onun bu özelliğini bol bol kullanmıştır yönetmen Guy Ritchie..Öykülerinde Holmes’ün kavgaları genelde sonradan anlatılır ve biz onun maceralarını yakın arkadaşı Dr.Watson’ın kaleminden dinleriz..Holmes’ün Watson’a yaklaşımı ise diğer insanlardan farklıdır.Filmin senaristleri Michael Robert J. ve Simon Kinberg bu dostluğu yeni seriye taşırkenHouse ve sırdaşı Dr.Wilson’un ilişkisinden çokça esinlenmiş diyebililiriz..

Sherlock Holmes karakterini 2000’lere taşıyan ve onu post-modern bir görünüme sokan sıradışı yönetmen Guy Ritchie’ye gelirsek..ilk uzun metrajı ‘Lock, Stock and Two Smoking Barrels’ (Ateşten Kalbe, Akıldan Dumana) ile sinemaseverlerin dikkatini çekip, ikinci filmi ‘Snatch’ (Kapışma) ile sinefillerin gönlünde adeta taht kurmuştu. Bilenler bilir, çektiği hikayelerde olayları eğlenceli ve sürükleyici bir şekilde izleyiciye sunması yönetmenin en belirgin özelliğidir..Robert Downey Jr. ise 90’ların başında ‘Chaplin’ le yakaladığı akademik başarının ardından kariyerine uyuşturucu bağımlısı olarak uzun süre ara vermişti. 2000’lerin ortalarına gelindiğinde aktör ‘Zodiac’ ve ‘Iron Man’ gibi kalifiye ve gişe filmleriyle nihayet parlak bir dönüş yaptı ve bizi çok mutlu etti..Ayrıca Bknz; Ally McBeal, Kiss Kiss Bang Bang, Tropic Thunder..aktörün sevdiğim diğer projelerindendir..

Sıradışı yönetmen Guy Ritchie’den Sherlock Holmes Efsanesine farklı bir yorum..

Guy Ritchie’nin bu filmi klasik Sherlock Holmes hayranları için çekmediğini, film daha vizyona girmeden izlediğimiz fragmanlarından cok net anlamıştık..Çocukluğundan beri Sherlock hikayeleri dinleyen yönetmen, bir röportajında; bu filmi çekerken karaktere daha sadık duracağını ve otantik bir film çekmek istedğini söyleyip, “benden klasik bir Sherlock Holmes filmi beklemeyin” demişti zaten. Ayrıca Ritchie’nin bu filmde, karakterleri kendi tarzına oturtup, alışılmışın dışında bir Sherlock Holmes yorumu sunmayı başardığını söyleyebiliriz..Bknz; Aynı dönemde geçen ‘From Hell’ (Cehennemden Gelen) filmi de 19. Yüzyıl Londra planları ve suç ortamının dönemsel özgünlüğü bakımından iyi bir iştir. Tabi filmin baş karakteri dedektif Frederick Abberline kompozisyonunda Johnny Depp’in başarılı performansını da es geçmeyelim..Bu filmde ise Guy Ritchie, efsane dedektif Sherlock Holmes’ü öncelikle o meşhur şapkası olmadan ve yakın arkadaşı Dr.Watson’la ilişkisini, bohemlikten uzak bir samimiyete taşıyarak güncelleştirmiştir. Diğer taraftan, açılış sahnesindeki meşhur Baker Street planıyla klasik Sherlock Holmes öykülerine ve filmlerine de bir nevi saygı duruşunda bulunmuştur. Koyu akan bir Thames Nehri, onun atrafında yaşamaya çalışan Londra halkı, rutubetli havada oradan oraya giden at arabaları..Ritchie, kendine özgü sıradışı çekim tarzını bu dönem filminde neredeyse tüm ayrıntılarda göstermiştir. Nasıl bir Tarantino filminde görmeye alıştığımız belli üslup ve temalar varsa, Guy Ritchie filmlerinde de her zaman farklı bir atmosfer mevcuttur..

Robert Downey Jr. ve filmin yapım ekibi..

Herşeyden önce, oyuncu seçimlerinde ciddi bir farklılığa gidilmiş; ince, uzun boylu ve silik hatlara sahip bir figür olan Sherlock Holmes yerine; yakışıklı, karizmatik, muntazam bir fiziği olan, üstelik daha tuhaf bir adam var bu sefer karşımızda. Robert Downey Jr. bu filmde bana göre ‘1800 model Jack Sparrow’ serpiştirdiği yorumuyla hayli sevimli duruyor ayrıca karakterinin bu tuhaflığını da filme komedi unsurlarıyla eğlenceli bir şekilde de yedirmiş. Sherlock Holmes’ün klasik öykülerde çok ayrıntıya girilmeden sunulan Bartitsu’yu (Japon dövüş sanatı) ustaca kullanması filmin aksiyon sahnelerinin başlıca ve havalı unsurları..Filmin yapımcılarından Joel Silver, daha önce ‘Matrix’ ve ‘V For Vendetta’nın da yapımcılığını üstlenmişti. Kurgu da Ritchie, daha önce ‘Revolver’ (Tabanca) da da birlikte çalıştığı James Herbert’la, filmin müziklerinde ise efsane bir isimle  Hans Zimmer’le çalışmış. İzleyiciler Hans Zimmer’i; ‘Gladiator’, ’Pirates Of Caribbean’ (Karayip Korsanları),  Batman The Dark Knight’ (Kara Şövalye) ve ‘Inception’ (Başlangıç) gibi iyi prodüksiyonlardan da anımsayabilir.

Görsellikte dinamik ve şiirsel bir anlatım

Filmin en başarılı sahneleri şüphesiz, şiir gibi akan şık aksiyon sekansları. Ritchie, bu sahneleri kullanmadaki hamaratlığıyla hikayeyi bugünlere taşırken, filmi adeta görsel bir şölene döndürmüş. Tabi kurgudaki başarıyı da göz ardı etmemek lazım..Holmes’ün beyninde canlandırdığı dövüş hamleleri ve sonuçlarında neler olacağının ağır çekimle gösterildiği, hemen akabinde gerçek zamanlı uygulandığı sekanslar muazzam. Ritchie’nin cesurca kullandığı; karakterin zaafları, zayıf noktaları ve psikolojk geçişlerini o karakterin bütününe yedirmekte oldukça başarılı olan Robert Downey Jr, Sherlock Homes’ü kendine has stiliyle deyim yerindeyse güncellemiş. Aktörün bu performansıyla Golden Globe aldığını da ekleyelim..Unutmadan Jude Law’ın Dr.Watson yorumu gayet başarılı ve film aynı zamanda Rachel McAdams’ın ilk büyük bütçeli işi..Ayrıca jenerikte kullanılan ‘çizgi roman’ akışını, klasik Sherlock Holmes hayranlarına saygı emareleri taşıdığından başarılı bulduğumu da söylemeliyim..

Revolver (Tabanca)’dan sonra sevenlerini bir hayli kendinden soğutup uzun bir aradan sonra Sherlock Holmes’la sinemaya tekrar havalı bir giriş yapan Guy Ritchie artık çıtayı yükseltmiş diyebiliriz..
….

Yaşadığı yüzyılda gelişen olaylar sonucunda,insan zekasının ve anlam yürütme yetisinin, diğer tüm olgulara üstün geleceğine inanan Sherlock Holmes, İnglizler’in endüstriyelleşme ve modernleşme sonucunda pasifize edildiği bir dönemde yazılmış hayali bir karakterdir..Üzerinden bir asır geçmesine rağmen insanlık bu efsane dedektifi takip etmeyi bırakmamıştır..Okuduklarımızdan ve izlediklerimizden daha derin anlamlar çıkarmak, bizi düşünmeye sevkettiği gibi, geçmişten gelen bu hikayeleri günümüz yaşamında anlamlandırmak, kimi zaman keyifli bir deneyime de  dönüşebilir..İyi seyirler..

                                                                                                                                                             Pelin Yılmaz