Bu yıl Mayıs ayının 9 – 13 tarihleri arasında beşincisi
gerçekleşen TRT Belgesel Günleri’nin eşsiz belgesel seçimleri ile izleyicilerin
beğenisini yürekten kazandığı su götürmez. Birkaç gösterim üzerine bahsetmeden
önce belgesel günleri ile ilgili teknik bilgilere göz atmakta fayda var.
TRT İstanbul Radyosu / Harbiye , Notre Dame de Sion Fransız
Lisesi ve İstanbul Modern Sanat Müzesi’nde gösterimleri gerçekleştirilen
belgesel kuşağının arkasında oldukça güçlü sponsorlar yer alıyor. Dolayısıyla
ortaya bu denli bir etkinliğin çıkması kaçınılmaz zaten. Belgesel gösterimine
girmeden önce seyircilere özel olarak hazırlanmış katalog ve materyaller bulunuyor.
Bu katalogların birinde bu yılki belgesel günlerinin yegane amacının altı
çizilmiş: “Belgesel sinemayı teşvik üzerine kurulmuştur.” TRT Belgesel Günleri’nin açılış filmi,
yönetmenliğini Richard Rowley’in yaptığı “Dirty Wars” adlı ABD yapımı çok yeni
bir film. Açılış filmi ve finalist filmlerinin yönetmen katılımlı
gösterimlerinin yanı sıra kapsamı genişletilmiş yarışma dışı gösterim
bölümünde, Balkan ülkelerinden özel seçki yer alıyor. “Balkan Panorama” adı
verilen bu bölümde 9 farklı ülkeden 11 belgesel filmi sunuluyor. Film
gösterimlerinin yanında; keyifli açık hava konseri, Belgesel Sinemacıları Birliği
ile birlikte düzenlenen “ Belgesel Projelerinin Uluslararası Düzeyde Geliştirilmesi”
konulu seminer, Onur Ödülü özel film gösterimi ve söyleşisi de yer aldı. Seçici
kurulda; Özer Bereket, Kudret Büyük Coşkun, Osman Sınav, Yüksel Aksu, Cengiz
Semercioğlu, Rudy Buttignol gibi isimler yer aldı. Ayrıca belirtmek gerekir ki
5. TRT Belgesel Onur Ödülü ülkemiz belgeselciliğinin gelişimine yaptığı değerli
katkılardan dolayı Hasan Özgen’e verildi.
Gündelik yoğun tempodan mütevellit sadece 9 / 10 Mayıs
tarihlerinde takip etmek imkanı bulduğum belgesel seçkilerime gelecek olursak;
öncelikle yönetmenliğini Metod Pevec’in yaptığı “The Alexandrians / İskenderiyeliler” yer alıyor. Belgeselin öyküsü
hemen hemen kadınların başrolünde olduğu bir göçü mercek altına alıyor.
Esasında bir izleyici olarak bu belgesele gittiğimde beklentim tamamen
farklıydı. Böyle olmasına rağmen bende kilit noktası yarattı İskenderiyeliler.
İkinci Dünya Savaşı’ndan önce yoksulluk ve faşist asimilasyon politikası
yüzünden birçok kişi, özellikler gençler, Slovenya’nın batısındaki Vigova
Vadisini terk etmişlerdir. Erkekler Arjantin’e dönmemek üzere gitmişlerdir.
Kadınlar ve kızlar Mısır’a göç etmişlerdir, o zamanlar zengin ve kozmopolit bir
şehir olan İskenderiye’ye … Bu trajik
hikaye feminizmin adı bile bilinmezken, kadınların zaman zaman nasıl meydan
okuyabildiklerini göstermektedir.
İkinci seçki ise 10 Mayıs gösterim tarihli
olan Maria Averine elinden çıkmış olan “Who’s
That City?/ Kim Bu Şehir?” adlı belgesel.
Rusya, Moskova doğumlu olan genç yönetmen TV Sanatı ve Film yönetmenliği
üzerine eğitim almış. Ana – babasız çocuklara film çekim inceliklerini öğreten
bir sivil toplum kuruluşunda çalışması esnasında “Kim Bu Şehir?" adlı
belgeselinin naçizane yanıtlarından birini veriyor olmalı. 45’ten fazla çekim
günü. 30 saati aşan görüntü kaydı. Şehrin 5.000’den fazla yakın çekim görüntüsü.
Başkentin vatandaşları ve misafirleri ile yapılan 100 röportaj. Metin yazarının
36 ay yaptığı ön araştırma. Tüm bunlar 30 dakikadan az bir süre içinde toplandı.
Bu, tamamıyla Sofya ve onun halkına ithaf edilmiş, şehrin varolduğu son 7.000
yıl içinde yapılan en büyük sinemasal belgesel. Bu belgesel gerek saydığım
teferruatlı çalışması gerekse seyirciye tattırdığı inanılmaz deneyimlerin birer
parçası olmuş. Nitekim belgeselin kimi karelerinde şehrin tam ortasında kutudan
bir ev yapmış olan yaşlı teyze ile tanışıyoruz. Şehri tanıyoruz,
tanıştırılıyoruz. Belgesel sahibinin de deyişiyle “Şehir benim evimdir.” tabirini
kullanmak yerinde olsa gerek.
Gelelim bir diğer öne çıkan belgesele; “The Long Vacation / Uzun Tatil” Slovenya doğumlu Damjan Kozole’nin
elinden çıkmış. Kozole’nin biyografisine baktığımızda bu kadar çok yönlü ve
deneyiminin bu denli yüce olması bizi şaşırtmasa gerek. Filmlerinde genellikle
“rezil, korkak hatta sefil karakterler kendi insanlıklarını keşfeder.” temasıyla
çalışmış. Ayrıca belirtmek gerekir ki Guardian’da
eleştirmen Peter Bradshaw tarafından yılın en iyi eleştirilerinden birini
almıştır : “Kozole bize yılın en güçlü ve kışkırtıcı filmlerinden birisini
sundu.” Kozole’nin keskin alt metinler ile çağdaş toplumun kusurlarının
çetelesini tutan duygusal bir sinizmi var. Bu zamana kadar aldığı ödülleri
saymakla da dilde tüy bitmez sanırım. Gelelim “The Long Vacation” adlı
belgeseline. Konu, 13 yaşındaki Alex’in Sırbistan’a tatile gitmesiyle başlar.
Doğmuş olduğu ülkeye, evine 4 yıldır dönememiştir. 20 yıl “tatil”de kalmıştır. Nisvet ise 30 yıl önce Bosna’dan gelmiştir.
Bağımsızlık sonrası bir kız çocuğu dünyaya getirmiş fakat ilk iki yıl boyunca
varlığı resmi kayıtlara geçmemiştir. Katarina ise genç bir kızken ailesini,
evini ve belgelerini kaybetmiştir. Slovenya’nın bağımsızlığını kazanmasından
yarım yıl sonra kimlikleri Şubat 1992’de tüm devlet kayıtlarından silinen 3
gencin hikayesi… Onlar “Silinenler” olarak adlandırdılar; aynı kaderi paylaşan
diğer 20.000 kişi gibi. Belgeselin konusundan dahi hafızamıza ne denli işlediği
su götürmez. Kişi kendini bu belgesel sonrası şöyle bir sorgulamadan duramıyor:
“Bir insan kaç yıl daha silinmiş olarak yaşam sürdürebilir ki?”
Favori belgeselimi ise en sona sakladım. “Cinema Komunisto / Komünist Sinema”.
Yönetmenliğini Mila Turajlic’in üstlendiği bu belgesel, seyircisine eski film
kayıtlarının ne denli yok edildiğini ve bu tarz belgesellerin kayıpların belkemiğini
oluşturduğunu gösteriyor. Sırbistan doğumlu olan Turajlic, Siyaset ve
Uluslararası İlişkilerin yanı sıra Film ve TV Prodüksiyonu bölümlerini bitirdi.
Okuduğu bölümlerden de belgeselinin ne kadar bağdaşıp, ince bir çizgi kurduğunu
görmek mümkün. Siyasi faaliyetlerden ve beyin öldüren akademik çalışmalardan
uzaklaşmaya çalışan Turaljic, sanatın siyasetten daha devrimci olduğu inancıyla
film yapımına yöneldi. Belki de “Komünist Sinema”ya giden kapı bu yolda
açılmıştır. Komünist Sinema, bizi, Tito’nun film endüstrisinin dağılan
kalıntıları üzerinden, Yugoslavya denilen sinemasal yanılsamanın yükselişi ve
çöküşünü inceleyen bir yolculuğa çıkartıyor. Belgesel, unutulmuş düzinelerce
Yugoslav filminden alınmış nadir arşiv görüntülerinin yanı sıra, Tito’ya
yapılmış özel gösterimlerden ve film setlerinden bugüne değin hiç görülmemiş
arşiv görüntülerini kullanarak bir ülkenin öyküsünü, perdede söylenenler ve
perde arkasında gizlenmişlerle, yeniden canlandırıyor. Richard Burton, Sophia
Loren ve Orson Welles gibi yıldız oyuncular, devlet tarafından finanse edilen
süper prodüksiyonlardaki bu ulusal çabaya cazibe katıyorlar. Tito’ya 30 yıl
boyunca her gece filmler gösteren kişisel makinisti, Tito’nun en sevdiği film
yönetmeni, Partizan filmlerinin en ünlü aktörü ve merkezi film stüdyolarının
gizli polisle bağlantılı patronu… bunların hepsi Yugoslavya tarihinin
beyazperdede nasıl inşa edildiğinin öyküsünü anlatıyorlar. Yönetmenin
söylediğine göre Tito’nun makinisti daha önce hiçbir yerde ne röportaj ne buna
benzer girişimlerde bulunmuş. Pek tabii,
belgesel çekim süresince onu ikna etmek de oldukça zorlu olmuş.
İşte belgesellerle dolu geçen bir haftada 13 Mayıs 2013
akşamı TRT Tepebaşı Stüdyoları’nda, aynı zamanda televizyondan da canlı
yayınlanmış olan Ödül Töreni, Gala Özel Programı ile son buldu. Koca bir yıla
bedel olan bu bir hafta gerek biz belgesel severlerin önerileriyle gerek
değerlendirmeleriyle, etkinliğe ışık tutuldu. Bir dahaki sene bu ışığın hiç
sönmemesi dileğiyle, belgesel dolu yıllar dilerim.