Peter Weir ile Sinema Üzerine - SİNEMA ELEŞTİRMENİ

YAZILAR

Film Eleştirileri, Sinema Haberleri, İzleme Listeleri...

13 Nisan 2013

Peter Weir ile Sinema Üzerine



“Ekranda ne yaparsanız yapın, insanlar tümüne inanmaya hazırdır ama bir insanı öldüremezsiniz. Sadece onun deneyimini hissettirebilirsiniz.” Belki  de bu Peter Weir’ın 32 yıllık film okulunda esasında vermek istediği yegane mesajlardan biriydi. 32. kez düzenlenen İstanbul Film Festivali, bu önemli yıl dönümünü müthiş bir programla kutladı. Dünya festivallerinden ödüllü yapımlar, ustaların yeni filmleri, keşifler ve unutulmayacak klasikleri perdede izleme imkanı yaratan retrospektifleriyle sinemaseverlerin aklını başından aldı. İşte bu müthiş festival kapsamında Boğaziçi Üniversitesi'nde Peter Weir ile yapılan söyleşi.

(Sinema Yazarı) Esin Küçüktepepınar  (E.K.): Bu zamana kadar ele aldığınız yapımları beğenerek izledik, sinemaya başladığınızdan bu yana arka planınız nasıldı, biraz bundan bahseder misiniz?
Peter Weir (P.W.): Öncelikle burada bulunmak gerçekten inanılmaz. Orhan Pamuk’u okuduktan sonra Kars’a da gideceğim. Görmek istediğim birkaç şey var. Sorunuza gelecek olursak, öncelikle elimde bir kamera vardı. Televizyon çıktığında 12 yaşımdaydım. Annem bana çık dışarı oyna derdi. Ben de çıkar, oynardım. Denize, yengeçlere taş atardım. Sıkılırdım. Sıkılmak önemli. Bir şeyden sıkılıyorsanız mutlaka ortaya yeni bir şeyler çıkacak demektir. Bir gün Sydney havaalanında bir çocuk elinde aletiyle film izliyordu. Ekranda yayılan görüntüler çocuğa “yaratıcılık” kapsamında ne katacaktı? Diye düşünmeye başladım. Bu düşünce de beni sinema yapmaya iten nedenlerden biriydi. Ayrıca okuduğum kitaplardan çok etkilendim. Harp dönemleri daima ilgimi çekmişti. Ailem savaş kuşağındaydı. Hava zehir bulutu vardı. Diyelim ki bir gün komşunun bahçesine topum kaçtı ve onu almak için komşunun bahçesine gittim. Garajında birçok süngü, silah, harpten kalan aletler vardı. Buradan komşunun harpte bulunduğunu anlamak güç değil. Pazar günleri sinemaya giderdim. 20 yaşıma kadar ne yapacağımı bilmiyordum. O zamana kadar sürekli lise yıllarım olsun üniversite yıllarım olsun sürekli kalıyordum. Ben de bir yolculuğa çıktım. Show Business sektörüne katılmaya karar verdim. Gemide herhangi bir eğlence yoktu. Ben de bir komedi yapabilir miyiz acaba diye sordum? 700 kişi sürekli bizi izliyordu. Geminin sahibine bir gösteri yapabilir miyiz? diye sordum. Yunanistan'a geldiğimde ise bu işe bir daha geri dönebilir miyim, tekrar yapabilir miyim, hiçbir fikrim yoktu.

E.K. : Film yaptığınızda dünyayı keşfettiğinizi hiç düşündünüz mü?
P.W. : Param yoktu, evlenmiştim. Show Business sektörüne atılmak istiyordum. Mutsuzdum. Babamın işi olan emlakçılığa girdim. Hükümet para fonu verdi. Sen yönetmensin, bana yaptığın filme dair bir başlık ver dedi. Ben de yazacak mıyım, oynayacak mıyım yoksa yönetmenlik mi yapacağım bilemedim. Bana en doğrusu yönetmenlik gibi geldi ve yaptım.

E.K. : Sizi savaş hikayelerine çeken nedir?
P.W. : “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” beni çok etkilemişti. İlham aldım. Neden Gelibolu çekmeyeyim dedim. O dönemin asıl savaş yüzü bambaşkaydı. Orada kitapta okuduğum bir yere gittim, yürüdüm. “Ben suyun içindeyken araba şarapnelden denize düşer mi acaba?” diye düşündüm. Gelibolu’ya gittiğimde sanki bir asker yürüdüğüm yerlere doğru beni izliyordu. Ortalıkta kimse yok. “Merhaba!” diye bağırdım. Sanki ensemde mırıldanan birileri vardı. Ben de “-Adım Peter Weir! Ben bir yönetmenim.” diye bağırdım. “Ben sizinle ilgili bir film yapacağım.” dedim. Eğer bazı yerlere karşı bir hassasiyetiniz varsa bunu hissedebilirsiniz.

E.K. : Eğer yeni dalgaya dönecek olursak, Avustralya'nın prodüksiyonun bugünkü prodüksiyon ile nasıl değerlendiriyorsanız.
P.W. : Ailem hep Londra’ya giderdi. O dönemlerde oraya gitmek bir nevi lüks gibiydi. Avustralya tarihi öyle köklü değildi. Diplerinden sökülmüş Avrupalılar gibiydik. Mesela İngiltere’de olsaydım, New York’a gitmek 5 gün Avustralya’ya gitmek 5 ay sürerdi. Burada Avustralya’ya gitmeyi tercih etmekte başka bir sebep yatıyordu. Ya birinden kaçıyordunuz ya da sadece usulca seyahat uğruna gidiyordunuz. Size sakın geri gelmeyin demek istiyorlar aslında. Ekonomik çöküntü vardı. Benim kuşağım yani, 1950’ler barış kuşağıydı. Kendimizi evimizde gibi hissetmiştik. Vietnam savaşı oldu, enerji yayıldı. Yapımcılar geldi. Bu dönem patlayıcı bir dönemdi. Bunu kullanmak istediler. 60’lar ve 70’lerin başı önemliydi. Batı dünyasında da geçerli bu, nasıl da özlemle bakıyoruz şimdi 70’lere. Bugünkü kuşak internetle doğmuş. O yüzden bu kuşak adına bir şey diyemem.

E.K. : Filmlerinizin çoğu duygu dolu.
P.W. : Sinemayla küçükken tanışıyoruz. Dünya gizemli, bir şey bilmiyoruz. İlk filminin ekranda gösterilmesi o kadar önemli geliyordu ki bu hissi hep kendimde muhafaza ettim. Benim film tercihim bir tansiyon taşıyan, çözümlenemez gerilim üzerinedir. Hayatınızdaki karamsarlığı atıp, değişik bir alana varıyoruz. İngilizce konuşan bir insan olarak İstanbul’a gelmek bile farklı, gizemli. Düşünsenize nereye gideceğinizi, nereden döneceğinizi, hangi sokağa varacağınızı bilmiyorsunuz.

E.K. : Truman Show adlı yapımınıza değineceğim. Dışarıdan baktığımızda, aslında bu yapımda gördüğümüz gerçekliğin dışında bir realizm var.
P.W.: Benim için her film taze olsun isterim. Bir üslupçu yönetmen vardır; burada konu yönetmen değildir, benim gibiler ise hikayeye hizmet eder. İyi bir öykü anlatmak isterim, aslında bir yönetmen olarak anlatımda anonim olmak isterim. Burada ben yokum, benim hikayem var. DVD yapanlar bir kenara nasıl atılıp, filmin bir başka baskısı yapılır. İşte burada ustalığa varmak çaba gerektirir.

E.K.: Filme karşı duruşunuz nedir? Bize bu süreçten biraz bahseder misiniz?
P.W.: Her sürecin kendine özgü bir yanı vardır. Yönetmenlik de yazı gerektirir. Hem bütçeden kar edersiniz, hem de yapımdan. Bir çocuğa kamera yerine kalem verin. Ne kadar yazarsanız o kadar iyiye gidersiniz. Oturup uzun uzun yazmayın pek tabii, arada bir kalkın, dolaşın, gezin, sohbet edip, tekrar yazmaya başlayın. Yaratıcılığınız artsın. Yazarlığınız açısından dün yazdığınız bugün kötü gelebilir. Bu kendi acımasızlığınız ile ilgili. Çekim tekniksel bir süreç taşır. Hitchcock’un uzun yıllar önce çekilen bir film setine girdim. Kaldırımda geçen bir çekim vardı. Yanlarına sessizce yaklaştım. Dinlemeye başladım. Yönetmen, yani Hitchcock; “Biz neyi bekliyoruz?” diye seslendi. Çekim yapanlar güneşi bekliyoruz dedi.  Doğal koşullar çekim süresinde filme oldukça etki ediyor. Hiç değilse bu konuda Hitchcock ile eşittik. Çekimden sonra sahne elemesi başlar, sonra yeniden yazıya geçilir. Filmde bir kesime prova yapmak, denemeler arasında fark yaratıyor ve sahne canlanıyor. Bu imgelerin ve gerilimin gizemini öğrendim. Zamanında elimizdeki gizemi kavramak, insanlarla telepati yaparak anlama gücünü kaybedip, sıradanlaşmaya başlamıştır. İşte bu süreç çekimde anlatılmalı.

E.K.: Sette çok emprovizasyon (Doğaçlama) yapıyormuşsunuz?
P.W.: Evet, bir gün çekim yapıyordum, bu sahnede başka ne olabilir diyordum. Örneğin bir sahnede evinde bulaşık yıkayan bir kadın var, kahvaltı masasını topluyor, kocasını uğurluyor ve yine bulaşıkları yıkamaya devam ediyor. Sonra kendini durduk yere kötü hissediyor ve psikologa gidiyor. Psikologa ben bugün evde bulaşık yıkıyordum, kocamı uğurladım, sofrayı topladım ve bilmiyorum ama kendimi bir anda burada buldum diye yakınıyor. Doktorda seni montajlamışlar yahu, diyor.

E.K.: Çekimlerden devam edelim.
P.W.: Çekimler oldukça konvansiyonel. İnsanın ruhunu çekmekle gerçek fotoğraf çekmek arasında dağlar kadar fark var. Mesela Vietnam savaşında kamera askerleri çekiyor ama onlar kameraya bakmıyorlar. Çekildiklerini bildikleri halde. Bu ölümle kalım arasında bir olay. Oyuncudan almak istediğimden de bu, tabii sette başınıza silah tutmuyorlar yada elinize silah vermiyorlar. O ayrı mesele.

E.K. : Robin Williams, Jim Carrey, Harrison Ford gibi oyuncular sizin yapımlarınızda bir anda dramatiğe dönüşüyor, açıkçası değişik bir kadronuz var.
P.W.: Saydıklarınızın üçü de belalarını arıyorlardı zaten. Bir film aktörü risk almak istiyorsa, bu durum yönetmen için önemlidir. Bu risk alınınca heyecan verici oluyor. Kendileri adına yeni bir döneme enerjik başladılar. Benim deneyimimde ben bir mimar olsaydım, çok sayıda bina inşa etmek yerine, bak bu pencere oraya olmamış, şuraya koyalım diyen kişi olurdum. Bir şeyi kaydediyor olma fikri çok hoş. Senaryo kutsal bir tekstil.

Seçkin Seyirci Soruları:
Seyirci (S.) : Hem dışarıdan hem de sizin kendinize karşı eleştiri süreciniz nasıl?
P.W.: İlhamın geldiği ateş yansa da sönse de onu muhafaza etmeliyiz. Konuşabileceğimiz kişiler yanımızda olmalı. Mesele eleştiriyi teninizle hapsetmek, kapıdan girmek yerine bir aktöre bu seferde pencereden gir bari dediğimizde. Aktörün bir kaşı kalkar. Eh, ben de “N’oldu? Beğenmedin mi yoksa?!” derim . Bu tıpkı geri bildirim gibi. Bir film yaparken ruhun varlığı açık olmalı. Bir yerde otomatik robot başlıyor sanki. Bir yanda birincil kişi diğer yanda ise ikincil kişi.
S.: Filmin mülkiyeti hakkında ne düşünüyorsunuz? ( İnternetten film indirme meseleleriyle ilgili)
P.W.: Eylemlere katılmaya çabalıyorum. Kişisel bir hak elbette. Bu hareketin içinde değilim ama hararetliyim.
-Filmlerinizi bedava oynatmayı hiç düşündünüz mü?
P.W.: Elbet bir yerde birilerini ödeme yapmak gerekir. Buraya gelirken trafikte düşünmek için çok zamanım oldu. Amerika’da grafiti sanatçıları vardır. Onlar boş duvarları renklendirir ama kimin yaptığı belli değildir. Ortada herhangi bir isim yoktur. Sizlerde o duvarlarda kısa filmler oynatsanıza.

S.: Sesin sinemadaki yeri nedir?
P.W.: Sese hayranım. Richard King bir OST (film müziği) yaptı, Oscar kazandı. Zamanında 15 dakikalık bir belgesel yapmıştık. Gösterimi başlamadan laboratuvara gittik. Ortada sessiz filmle kalakaldım. Üzerine ses efekti koymamışlardı. Mikrofonu aldım ve film bir yandan oynarken bir yandan da anlatmaya başladım. Seslerin efektini yapıyordum. Yanımda oturanlar bir bana bir filme ekrana bakıyordu. Kaydı da sonradan değiştirtmedim. Ayrıca sessizliği de ayrı severim. Fısıltının dünyadaki en ilginç, tedirgin edici bir ses olduğunu düşünüyorum. Hangi dilde olursa olsun.

S.: Truman Show’u her izleyişimde sürekli ağlıyorum.
P.W.: Benim de amacım zaten buydu.

S.: Doğaçlama ise ilgili bir soru soracağım. Hollywood sektöründe her şey önceden amaçlanıp, planlanmış, buna karşı bakış açınız nedir?
P.W.:  Oyunculara hangi gün oynayacağımızı söylemiyorum. Gizemi elimde tutuyorum. Çekimden önce prova yapmam ama doğaçlama provası yaptığım oluyor. Bir acil durum sinyali gibi. Filmlerden önce ön yargılardan uzak kalalım ki üst düzeye erişelim. Doğaçlamanın iyi bir senaryodan daha iyi olduğunu düşünmüyorum. Doğaçlama işin sadece cilası.

S.: Prova yapmayıp, her şeyi çekim gününe mi bırakıyorsunuz?
P.W.: En iyi prova ekiple beraber yemeğe çıkmaktır. Asıl iş bilinçaltında yapılıyor, çekimden önce.

S.: Türk oyuncuları sizin bakış açınıza göre nasıl?
P.W.: Ulusal sinemada yeni bir Türk filmi gördüm! Bu ne demek? İkinci, üçüncü, dördüncü de artık “Şu filmi gördünüz mü?” diyoruz. Film iyiyse, hangi ülke tarafından yapıldığı önemsiz. Yabancı bir film izlerken altyazı okumamıza rağmen, şunu ya da bunu duydun mu? Bak o filmde kadın ne demiş?! Esasında sadece altyazı okuyoruz ama filmi hissediyoruz. Sinema bir olimpiyat oyunu değil. Sinema bunu aşıyor, ben bir oyuncuya Türk, Alman, İngiliz aktörü diye bakmıyorum. Film kendi ülkesini yaratır.

S.: Sette nasıl çalışıyorsunuz?
P.W.: Aktör seçimi önemli. Sinema tiyatrodan farklı. Sinema yakın çekimde o kadar önemli ki bu sayede her şeyi görebiliyoruz. Hiçbir zaman kadroya katacağım bir oyuncuya mülakatta kahve vermiyorum. Sadece küçük bir fincan kahve veriyorum. Nitekim karşımdakini 20 saniyede çözümlüyorum. Bu çok önemli. Oyuncu seçimi heyecan verici bir iş. Herkesin gittiği yoldan gitmek istemiyorum. Tecrübe çok önemli.

S.: Truman Show adlı yapımınızın çekim amacı neydi?
P.W.: Mesaj değil de ben öykü severim, metaforlarla beslenmiş şeylerle beraber bir öyküydü. Bunu fark edince onu kurcalamamak gerekir. Ben kimseye bir mesaj, ders verme üslubunda değilim. Okul beni hiçbir zaman ilgilendirmiyordu. Öğretmenlerden, rahiplerden pek hoşlanmıyorum. O yüzden ders veremem. Propaganda filmlerinde bilinç kapanıyor. Ben öyküyü anlatıyorum. Tekerleme ve bilmeceler hoşuma gidiyor.

S.: Truman Show’u bugün de çekseydiniz, senaryosunu değiştirir miydiniz?
P.W.: Bugün çekmezdim. Hollywood artık bu tip filmler yapmıyor. Stüdyoda kabul edilmiyor bile.

S.: Film çekerken fikir ne anlamda önemli?
P.W.: Mesela bir zeplin düşüyor, insanlar bağrışmaya başlıyor ya da bagajda kalan bir bebek var, çıkmaya çalışıyor. Bir şeyler oluyor. İşte bu “happening”, önemli olan güçlü fikre sahip olmak.

Yazıyı Hazırlayan: Burcu M. Tohum ()