“Ekranda ne yaparsanız yapın, insanlar tümüne inanmaya hazırdır ama
bir insanı öldüremezsiniz. Sadece onun deneyimini hissettirebilirsiniz.” Belki
de bu Peter Weir’ın 32 yıllık film okulunda esasında vermek istediği yegane
mesajlardan biriydi. 32. kez düzenlenen İstanbul Film Festivali, bu önemli yıl dönümünü müthiş bir programla kutladı. Dünya festivallerinden ödüllü
yapımlar, ustaların yeni filmleri, keşifler ve unutulmayacak klasikleri perdede
izleme imkanı yaratan retrospektifleriyle sinemaseverlerin aklını başından
aldı. İşte bu müthiş festival kapsamında Boğaziçi Üniversitesi'nde Peter Weir ile yapılan söyleşi.
(Sinema Yazarı) Esin Küçüktepepınar (E.K.): Bu zamana kadar ele aldığınız
yapımları beğenerek izledik, sinemaya başladığınızdan bu yana arka planınız
nasıldı, biraz bundan bahseder misiniz?
Peter Weir (P.W.): Öncelikle
burada bulunmak gerçekten inanılmaz. Orhan Pamuk’u okuduktan sonra Kars’a da
gideceğim. Görmek istediğim birkaç şey var. Sorunuza gelecek olursak, öncelikle
elimde bir kamera vardı. Televizyon çıktığında 12 yaşımdaydım. Annem bana çık
dışarı oyna derdi. Ben de çıkar, oynardım. Denize, yengeçlere taş atardım.
Sıkılırdım. Sıkılmak önemli. Bir şeyden sıkılıyorsanız mutlaka ortaya yeni bir
şeyler çıkacak demektir. Bir gün Sydney havaalanında bir çocuk elinde aletiyle
film izliyordu. Ekranda yayılan görüntüler çocuğa “yaratıcılık” kapsamında ne
katacaktı? Diye düşünmeye başladım. Bu düşünce de beni sinema yapmaya iten
nedenlerden biriydi. Ayrıca okuduğum kitaplardan çok etkilendim. Harp dönemleri
daima ilgimi çekmişti. Ailem savaş kuşağındaydı. Hava zehir bulutu vardı.
Diyelim ki bir gün komşunun bahçesine topum kaçtı ve onu almak için komşunun
bahçesine gittim. Garajında birçok süngü, silah, harpten kalan aletler vardı.
Buradan komşunun harpte bulunduğunu anlamak güç değil. Pazar günleri sinemaya
giderdim. 20 yaşıma kadar ne yapacağımı bilmiyordum. O zamana kadar sürekli
lise yıllarım olsun üniversite yıllarım olsun sürekli kalıyordum. Ben de bir
yolculuğa çıktım. Show Business sektörüne katılmaya karar verdim. Gemide
herhangi bir eğlence yoktu. Ben de bir komedi yapabilir miyiz acaba diye
sordum? 700 kişi sürekli bizi izliyordu. Geminin sahibine bir gösteri yapabilir
miyiz? diye sordum. Yunanistan'a geldiğimde ise bu işe bir daha geri dönebilir
miyim, tekrar yapabilir miyim, hiçbir fikrim yoktu.
E.K. : Film
yaptığınızda dünyayı keşfettiğinizi hiç düşündünüz mü?
P.W. : Param
yoktu, evlenmiştim. Show Business sektörüne atılmak istiyordum. Mutsuzdum.
Babamın işi olan emlakçılığa girdim. Hükümet para fonu verdi. Sen yönetmensin,
bana yaptığın filme dair bir başlık ver dedi. Ben de yazacak mıyım, oynayacak
mıyım yoksa yönetmenlik mi yapacağım bilemedim. Bana en doğrusu yönetmenlik
gibi geldi ve yaptım.
E.K. : Sizi savaş
hikayelerine çeken nedir?
P.W. : “Batı
Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” beni çok etkilemişti. İlham aldım. Neden Gelibolu
çekmeyeyim dedim. O dönemin asıl savaş yüzü bambaşkaydı. Orada kitapta okuduğum
bir yere gittim, yürüdüm. “Ben suyun içindeyken araba şarapnelden denize düşer
mi acaba?” diye düşündüm. Gelibolu’ya gittiğimde sanki bir asker yürüdüğüm
yerlere doğru beni izliyordu. Ortalıkta kimse yok. “Merhaba!” diye bağırdım.
Sanki ensemde mırıldanan birileri vardı. Ben de “-Adım Peter Weir! Ben bir
yönetmenim.” diye bağırdım. “Ben sizinle ilgili bir film yapacağım.” dedim.
Eğer bazı yerlere karşı bir hassasiyetiniz varsa bunu hissedebilirsiniz.
E.K. : Eğer yeni
dalgaya dönecek olursak, Avustralya'nın prodüksiyonun bugünkü prodüksiyon ile
nasıl değerlendiriyorsanız.
P.W. : Ailem hep
Londra’ya giderdi. O dönemlerde oraya gitmek bir nevi lüks gibiydi. Avustralya
tarihi öyle köklü değildi. Diplerinden sökülmüş Avrupalılar gibiydik. Mesela
İngiltere’de olsaydım, New York’a gitmek 5 gün Avustralya’ya gitmek 5 ay
sürerdi. Burada Avustralya’ya gitmeyi tercih etmekte başka bir sebep yatıyordu.
Ya birinden kaçıyordunuz ya da sadece usulca seyahat uğruna gidiyordunuz. Size
sakın geri gelmeyin demek istiyorlar aslında. Ekonomik çöküntü vardı. Benim
kuşağım yani, 1950’ler barış kuşağıydı. Kendimizi evimizde gibi hissetmiştik.
Vietnam savaşı oldu, enerji yayıldı. Yapımcılar geldi. Bu dönem patlayıcı bir
dönemdi. Bunu kullanmak istediler. 60’lar ve 70’lerin başı önemliydi. Batı
dünyasında da geçerli bu, nasıl da özlemle bakıyoruz şimdi 70’lere. Bugünkü
kuşak internetle doğmuş. O yüzden bu kuşak adına bir şey diyemem.
E.K. :
Filmlerinizin çoğu duygu dolu.
P.W. : Sinemayla
küçükken tanışıyoruz. Dünya gizemli, bir şey bilmiyoruz. İlk filminin ekranda
gösterilmesi o kadar önemli geliyordu ki bu hissi hep kendimde muhafaza ettim.
Benim film tercihim bir tansiyon taşıyan, çözümlenemez gerilim üzerinedir.
Hayatınızdaki karamsarlığı atıp, değişik bir alana varıyoruz. İngilizce konuşan
bir insan olarak İstanbul’a gelmek bile farklı, gizemli. Düşünsenize nereye
gideceğinizi, nereden döneceğinizi, hangi sokağa varacağınızı bilmiyorsunuz.
E.K. : Truman
Show adlı yapımınıza değineceğim. Dışarıdan baktığımızda, aslında bu yapımda
gördüğümüz gerçekliğin dışında bir realizm var.
P.W.: Benim için
her film taze olsun isterim. Bir üslupçu yönetmen vardır; burada konu yönetmen
değildir, benim gibiler ise hikayeye hizmet eder. İyi bir öykü anlatmak
isterim, aslında bir yönetmen olarak anlatımda anonim olmak isterim. Burada ben
yokum, benim hikayem var. DVD yapanlar bir kenara nasıl atılıp, filmin bir
başka baskısı yapılır. İşte burada ustalığa varmak çaba gerektirir.
E.K.: Filme karşı
duruşunuz nedir? Bize bu süreçten biraz bahseder misiniz?
P.W.: Her sürecin
kendine özgü bir yanı vardır. Yönetmenlik de yazı gerektirir. Hem bütçeden kar
edersiniz, hem de yapımdan. Bir çocuğa kamera yerine kalem verin. Ne kadar
yazarsanız o kadar iyiye gidersiniz. Oturup uzun uzun yazmayın pek tabii, arada
bir kalkın, dolaşın, gezin, sohbet edip, tekrar yazmaya başlayın. Yaratıcılığınız
artsın. Yazarlığınız açısından dün yazdığınız bugün kötü gelebilir. Bu kendi
acımasızlığınız ile ilgili. Çekim tekniksel bir süreç taşır. Hitchcock’un uzun
yıllar önce çekilen bir film setine girdim. Kaldırımda geçen bir çekim vardı.
Yanlarına sessizce yaklaştım. Dinlemeye başladım. Yönetmen, yani Hitchcock; “Biz
neyi bekliyoruz?” diye seslendi. Çekim yapanlar güneşi bekliyoruz dedi. Doğal koşullar çekim süresinde filme oldukça
etki ediyor. Hiç değilse bu konuda Hitchcock ile eşittik. Çekimden sonra sahne
elemesi başlar, sonra yeniden yazıya geçilir. Filmde bir kesime prova yapmak,
denemeler arasında fark yaratıyor ve sahne canlanıyor. Bu imgelerin ve
gerilimin gizemini öğrendim. Zamanında elimizdeki gizemi kavramak, insanlarla
telepati yaparak anlama gücünü kaybedip, sıradanlaşmaya başlamıştır. İşte bu
süreç çekimde anlatılmalı.
E.K.: Sette çok
emprovizasyon (Doğaçlama) yapıyormuşsunuz?
P.W.: Evet, bir
gün çekim yapıyordum, bu sahnede başka ne olabilir diyordum. Örneğin bir
sahnede evinde bulaşık yıkayan bir kadın var, kahvaltı masasını topluyor,
kocasını uğurluyor ve yine bulaşıkları yıkamaya devam ediyor. Sonra kendini
durduk yere kötü hissediyor ve psikologa gidiyor. Psikologa ben bugün evde
bulaşık yıkıyordum, kocamı uğurladım, sofrayı topladım ve bilmiyorum ama
kendimi bir anda burada buldum diye yakınıyor. Doktorda seni montajlamışlar
yahu, diyor.
E.K.: Çekimlerden
devam edelim.
P.W.: Çekimler
oldukça konvansiyonel. İnsanın ruhunu çekmekle gerçek fotoğraf çekmek arasında
dağlar kadar fark var. Mesela Vietnam savaşında kamera askerleri çekiyor ama
onlar kameraya bakmıyorlar. Çekildiklerini bildikleri halde. Bu ölümle kalım
arasında bir olay. Oyuncudan almak istediğimden de bu, tabii sette başınıza
silah tutmuyorlar yada elinize silah vermiyorlar. O ayrı mesele.
E.K. : Robin
Williams, Jim Carrey, Harrison Ford gibi oyuncular sizin yapımlarınızda bir anda
dramatiğe dönüşüyor, açıkçası değişik bir kadronuz var.
P.W.:
Saydıklarınızın üçü de belalarını arıyorlardı zaten. Bir film aktörü risk almak
istiyorsa, bu durum yönetmen için önemlidir. Bu risk alınınca heyecan verici
oluyor. Kendileri adına yeni bir döneme enerjik başladılar. Benim deneyimimde
ben bir mimar olsaydım, çok sayıda bina inşa etmek yerine, bak bu pencere oraya
olmamış, şuraya koyalım diyen kişi olurdum. Bir şeyi kaydediyor olma fikri çok
hoş. Senaryo kutsal bir tekstil.
Seçkin Seyirci Soruları:
Seyirci (S.) :
Hem dışarıdan hem de sizin kendinize karşı eleştiri süreciniz nasıl?
P.W.: İlhamın
geldiği ateş yansa da sönse de onu muhafaza etmeliyiz. Konuşabileceğimiz
kişiler yanımızda olmalı. Mesele eleştiriyi teninizle hapsetmek, kapıdan girmek
yerine bir aktöre bu seferde pencereden gir bari dediğimizde. Aktörün bir kaşı
kalkar. Eh, ben de “N’oldu? Beğenmedin mi yoksa?!” derim . Bu tıpkı geri
bildirim gibi. Bir film yaparken ruhun varlığı açık olmalı. Bir yerde otomatik
robot başlıyor sanki. Bir yanda birincil kişi diğer yanda ise ikincil kişi.
S.: Filmin
mülkiyeti hakkında ne düşünüyorsunuz? ( İnternetten film indirme meseleleriyle ilgili)
P.W.: Eylemlere
katılmaya çabalıyorum. Kişisel bir hak elbette. Bu hareketin içinde değilim ama
hararetliyim.
-Filmlerinizi bedava oynatmayı hiç düşündünüz mü?
P.W.: Elbet bir
yerde birilerini ödeme yapmak gerekir. Buraya gelirken trafikte düşünmek için
çok zamanım oldu. Amerika’da grafiti sanatçıları vardır. Onlar boş duvarları
renklendirir ama kimin yaptığı belli değildir. Ortada herhangi bir isim yoktur.
Sizlerde o duvarlarda kısa filmler oynatsanıza.
S.: Sesin
sinemadaki yeri nedir?
P.W.: Sese
hayranım. Richard King bir OST (film müziği) yaptı, Oscar kazandı. Zamanında 15
dakikalık bir belgesel yapmıştık. Gösterimi başlamadan laboratuvara gittik.
Ortada sessiz filmle kalakaldım. Üzerine ses efekti koymamışlardı. Mikrofonu
aldım ve film bir yandan oynarken bir yandan da anlatmaya başladım. Seslerin
efektini yapıyordum. Yanımda oturanlar bir bana bir filme ekrana bakıyordu. Kaydı
da sonradan değiştirtmedim. Ayrıca sessizliği de ayrı severim. Fısıltının
dünyadaki en ilginç, tedirgin edici bir ses olduğunu düşünüyorum. Hangi dilde
olursa olsun.
S.: Truman Show’u
her izleyişimde sürekli ağlıyorum.
P.W.: Benim de amacım
zaten buydu.
S.: Doğaçlama ise
ilgili bir soru soracağım. Hollywood sektöründe her şey önceden amaçlanıp,
planlanmış, buna karşı bakış açınız nedir?
P.W.: Oyunculara hangi gün oynayacağımızı
söylemiyorum. Gizemi elimde tutuyorum. Çekimden önce prova yapmam ama doğaçlama
provası yaptığım oluyor. Bir acil durum sinyali gibi. Filmlerden önce ön
yargılardan uzak kalalım ki üst düzeye erişelim. Doğaçlamanın iyi bir
senaryodan daha iyi olduğunu düşünmüyorum. Doğaçlama işin sadece cilası.
S.: Prova
yapmayıp, her şeyi çekim gününe mi bırakıyorsunuz?
P.W.: En iyi
prova ekiple beraber yemeğe çıkmaktır. Asıl iş bilinçaltında yapılıyor,
çekimden önce.
S.: Türk
oyuncuları sizin bakış açınıza göre nasıl?
P.W.: Ulusal sinemada yeni bir Türk filmi gördüm! Bu ne
demek? İkinci, üçüncü, dördüncü de artık “Şu filmi gördünüz mü?” diyoruz. Film
iyiyse, hangi ülke tarafından yapıldığı önemsiz. Yabancı bir film izlerken
altyazı okumamıza rağmen, şunu ya da bunu duydun mu? Bak o filmde kadın ne
demiş?! Esasında sadece altyazı okuyoruz ama filmi hissediyoruz. Sinema bir
olimpiyat oyunu değil. Sinema bunu aşıyor, ben bir oyuncuya Türk, Alman,
İngiliz aktörü diye bakmıyorum. Film kendi ülkesini yaratır.
S.: Sette nasıl çalışıyorsunuz?
P.W.: Aktör
seçimi önemli. Sinema tiyatrodan farklı. Sinema yakın çekimde o kadar önemli ki
bu sayede her şeyi görebiliyoruz. Hiçbir zaman kadroya katacağım bir oyuncuya
mülakatta kahve vermiyorum. Sadece küçük bir fincan kahve veriyorum. Nitekim
karşımdakini 20 saniyede çözümlüyorum. Bu çok önemli. Oyuncu seçimi heyecan
verici bir iş. Herkesin gittiği yoldan gitmek istemiyorum. Tecrübe çok önemli.
S.: Truman Show
adlı yapımınızın çekim amacı neydi?
P.W.: Mesaj değil
de ben öykü severim, metaforlarla beslenmiş şeylerle beraber bir öyküydü. Bunu
fark edince onu kurcalamamak gerekir. Ben kimseye bir mesaj, ders verme
üslubunda değilim. Okul beni hiçbir zaman ilgilendirmiyordu. Öğretmenlerden,
rahiplerden pek hoşlanmıyorum. O yüzden ders veremem. Propaganda filmlerinde
bilinç kapanıyor. Ben öyküyü anlatıyorum. Tekerleme ve bilmeceler hoşuma
gidiyor.
S.: Truman Show’u
bugün de çekseydiniz, senaryosunu değiştirir miydiniz?
P.W.: Bugün
çekmezdim. Hollywood artık bu tip filmler yapmıyor. Stüdyoda kabul edilmiyor
bile.
S.: Film çekerken
fikir ne anlamda önemli?
P.W.: Mesela bir
zeplin düşüyor, insanlar bağrışmaya başlıyor ya da bagajda kalan bir bebek var,
çıkmaya çalışıyor. Bir şeyler oluyor. İşte bu “happening”, önemli olan güçlü
fikre sahip olmak.
Yazıyı Hazırlayan: Burcu M. Tohum (@jerkiousion)
Yazıyı Hazırlayan: Burcu M. Tohum (