Frank Capra gelmiş geçmiş en etkileyici yönetmenlerden
birisi. Hollywood’un ve Dünya Sinemasının birçok klasiğine imza atmış bir
sinemacı. Amerikan Rüyası olarak idealize edilmiş fikirleri filmlerine ustaca
yedirmesiyle tanınan Capra en iyi işlerini (II. Dünya Savaşı dönemini
saymazsak) 1930’lu ve 40’lı yıllarda yaptı [It Happened One Night (1934), Mr.
Smith Goes to Washington (1939) ve It's a Wonderful Life (1946)]. Ele alacağım
“Mr. Smith Goes to Washington” bu döneme ait bir yapım.
Bir Amerika eyaletinde iki Federal Kongre üyesinden birinin
beklenmedik ölümü sonucunda eyalet valisinin ölen vekilin yerine yapacağı atama
tartışma konusu olur. Politikacıları destekleyip ekonomik çıkar sağlayan kalantor
Jim Taylor (Edward Arnold) ve uzun yıllardır senatörlük yapmasıyla birlikte ABD
başkanlığı için öne çıkmaya başlayan kurt politikacı Joseph Paine (Claude
Rains) gerçekleştirilmesi planlanan büyük
baraj projesini destekleyecek kukla bir senatörün olmasını istemektedir. Bununla
birlikte Vali Hubert Hopper’a (Guy Kibbee) önlediği yangın nedeniyle kamuoyunda
bir anda popülerlik kazanan izci lideri Jefferson Smith’i (James Stewart)
seçmesi için çocukları baskı yapar. Pek etliye sütlüye karışmak istemeyen
valimiz çıkmaza düşer. Ancak atama kararında “ilahi” bir işaret ortaya çıkar.
Kararsız kalan Vali atamayı yapmak için yazı-tura atmaya kadar işi götürmüştür
ancak para dik gelir ve Mr. Smith’in Washington yolculuğu başlar.
Başrolde yer alarak filmi sırtlayıp götüren James Stewart, o
dönemde yeni tanınmaya başlayan bir aktör olarak en büyük çıkışını bu filmle
yapmıştı. Benim de favori aktörlerimden olan James Stewart, saf, dürüst ve
ilkeli senatör rolünde hem temiz siyasete hem de ABD’nın varoluş prensiplerine
olan bağlılığını öne çıkarıyor. Bu noktada yönetmen koltuğundaki Capra’nın ABD
ideallerine ve sembollerine olan güçlü eğilimini göstermekten hiç çekinmediğini
de eklemek gerekiyor. Tecrübesiz senatörün Senato kurtlarına yem olmamak ve kendi
yolunda ilerlemesini sağlamak için ihtiyaç duyduğu iyilik meleği rolünde ise
sekreteri Clarissa Saunders’ı (Jean Arthur) izliyoruz. Ama sekreter Saunders
mesafeli, kirli ilişkilerden bıkmış ve artık son voleyi vurup ayrılıp gitmek
isteyen bir psikolojide karşılıyor bizi. Ayrıca bu aşamada gazetecilerin de
akbaba misali yeni senatöre çullanmasını izliyoruz. Mr. Smith kendi yolunu
buluncaya kadar politikanın getirdiği tüm çelme takma girişimleriyle karşılıyor
kısacası.
Filmin can alıcı bölümü ise Mr. Smith’in siyasetin
inceliklerini sekreter Saunders sayesinde öğrenerek başlattığı meclis
boykotuyla başlıyor. Yolsuzluklara engel olmak isterken kendisinin yolsuzluk
yaptığı iddiasıyla karşı karşıya kalan kahramanımız eşi benzeri görülmeyen bir
mücadeleye girişerek puanları bir bir topluyor. Babasından da aldığı ilhamla
“baştan kaybedilmiş bir dava”ya karşı durmaya çalışan Mr. Smith,
siyaset-ekonomi-medya üçgeninde oluşan kirli ittifak karşısında Don Kişot’luğa
soyunuyor. Böylece, “Mr. Smith Goes to Washington”, üzerinden bir asır geçse de
anlattıkları ve savunduklarıyla eskimeyecek bir başyapıt olarak duruyor.