Gregory Hoblit (1944)
yönettiği dizilerle birçok Emmy ödülü kazanmış bir yönetmen. Aynı zamanda
yapımcılık ve senaristlik de yapıyor. Ama beni çeken yönü tabii ki yönettiği
filmler.
Hoblit aslında pek
fazla öne çıkan bir yönetmen değil. Bu nedenle genel sinema izleyicisi
tarafından pek de bilinmiyor. Filmografisi de çok kalabalık değil ancak
izlediğim tüm filmleri benim beğenimi kazandı. Özellikle ilginç senaryolu ve
akılcı (belki sürpriz) sonları olan filmler olması bunda etkilidir. Ayrıca,
gerilimi ve hikâyedeki soru işaretlerini filmin tümüne yaymayı başarması da
takdir edilmesi gereken bir yönü. Bu vesileyle, Hoblit’in en sevdiğim filmlerini kısaca tanıtmak istiyorum.
Primal Fear (1996)
Hoblit’in ilk
sinema filmi. Gerilim dozu yüksek bir polisiye. Başrollerde Richard Gere, Edward Norton ve Frances
McDormand var. Norton’ın bu
filmdeki müthiş performansı ona Oscar adaylığı kazandırmıştı. William Diehl’in aynı adlı romanından
uyarlanan film ülkemizde “İlk Korku” adıyla biliniyor.
Filmde ünlü bir savunma avukatı olan Martin Vail (Richard Gere),
medyanın ilgisini çeken baş piskopos cinayetinin zanlısı genç rahip yardımcısı Aaron Stampler’ın savunmasını
üstlenmiştir. Avukat Stampler’ın
masumiyetine inanmakla birlikte davadaki ayrıntılar gitgide çok ilginç bir hal
almaya başlayacaktır.
Kısaca, oyunculukları (Edward
Norton ) ve sürpriz finaliyle ilgiyi sonuna kadar hak etmekte.
Fallen (1998)
“Cani Ruh” adıyla da bilinen film doğaüstü güçlerle bezeli
polisiye-gerilim. Filmin senaristi ünlü yönetmen Elia Kazan’ın oğlu Nicholas
Kazan. Başrollerde Denzel Washington,
John Goodman ve Donald Sutherland
var.
Philadelphia Polis Departmanın yetenekli ve acar dedektifi John Hobbes (Denzel Washington) seri katil Edgar
Reese’i yakalamış ve Reese idam
edilmiştir. Ancak idamdan sonra esrarengiz bir biçimde kopya cinayetler
görülmeye başlanmıştır. Tabii bu cinayetleri de Hobbes araştırır. Araştırma derinleştikçe ortaya çıkan doğaüstü
güçler gerilimi artırır. Ölüm kalım meselesine dönen araştırmanın sonucu ve
finali koltuklara çivileyebilecek cinsten. Ayrıca final kısmı yoruma da açık.
Frequency (2000)
Hoblit’in üçüncü
ve belki de en çok bilinen filmi. “Frekans” adıyla gösterime giren filmin
senaristi Toby Emmerich (ünlü Roland Emmerich ile bağlantısı yok). Filmin
başrollerinde baba ve oğul rollerinde Dennis
Quaid ve James Caviezel’i görüyoruz. Bilim-kurgu esintileri içerse de bana kalırsa fantastik yanı daha
ağır basan bir öyküsü var. Tabii polisiye yönü de her zamanki gibi mevcut.
Film güneş patlamaları neticesinde atmosferde radyo/telsiz
dalgalarının hiç ulaşamadığı kadar uzak yerlere ulaşabilmesini ve bununla
bağlantılı olarak paralel evrenlerle iletişim kurulabileceği düşüncesi/önermesi
üzerine inşa edilmiş. Ankara (J)
cinayet büro dedektifi John Sullivan
1999’da 30 yılda bir görülen doğa olayı sayesinde 1969 yılında yaşayan
babasıyla radyo vericisi aracılığıyla konuşmaya başlar. Tabii iş konuşmayla
kalmaz, 30 yıl önce babasının yaptığı her şey geleceğe aynı şekilde etki
edebilmektedir. Bu yönüyle “Kelebek Etkisi”(2004) filmindeki fikri burada
görebiliyoruz. Filmde baba-oğul arasındaki duygusal ilişki işlenirken ilginç
bir şekilde cinayet olayı da her iki zaman diliminde çözülmeye çalışılmaktadır.
Bu ilginç filmi herkese tavsiye ederim.
Fracture (2007)
“Cinayet Gecesi” adıyla gösterime film iki iyi oyuncuyu
başrolde buluşturuyor: Anthony Hopkins
ve Ryan Gosling. Film yine bir
polisiye-gerilim.
Zengin ve aynı zamanda çok zeki bir iş adamı olan Theodore Crawford (Anthony Hopkins), karısının başka bir kişiyle ilişkisi olduğunu
öğrenir ve bu durumu karısına itiraf ettirdikten sonra onu kendi evlerinde silahla
vurur. Bu basit gibi görünen suç aslında çok incelikli bir planın eseridir. Crawford’u olay mahallinde tutuklamaya gelen
polis de karısının aşığından başkası değildir.
William Beachum (Ryan Gosling) çok yetenekli bir bölge
savcı vekilidir. Davaları lehine sonuçlandırma oranında bir numaradır ve bu başarısı
çok yüksek bir gelirle ünlü bir avukatlık firmasına transferini sağlamıştır.
Ancak transferini tamamlamadan önce önünde çok kolay bir dava kalmıştır.
Karısını vuran ve olay mahallinde bunu itiraf eden Theodore Crawford’un mahkûmiyeti. İlk bakışta tüm deliller sanığın
aleyhine görünse de dava giderek çok çetrefilli bir hal almaya başlar ve Crawford’un müthiş planı onu hapisten
kurtarmaya doğru gider. Bu dava aynı zamanda Beachum’ın da hayatını kökten etkileyecektir.